Metro İnşaatı Nedeniyle Ankara'da Yollar Kapanacak

      Basında da ayrıntılı biçimde yer aldığı üzere Ulaştırma Bakanlığı'nın Büyükşehir Belediyesi'nden devraldığı metro çalışmaları nedeniyle, Ankara'nın iki ana arteri yaz tatili -4 ay- boyunca trafiğe kapatılacak.
      Metro inşaatı nedeniyle 10.06.2012 tarihinden itibaren 4 ay trafiğe kapatılacak yol ve alternatif güzergah haritalarını aşağıda paylaşıyorum (haritaları büyütmek için üzerini tıklayınız)

Üçüncü Köprü’nün Proje Değeri ve Yatırımın Geri Dönüş Süresi

      Ankara-İstanbul Boğazı’na inşa edilecek 3’üncü köprünün yapımını da içeren Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin Odayeri-Paşaköy Kesimi’nin ihalesi sonuçlandı.
      İhaleyi kazanan firma yatırım süresi dâhil (36 ay) ihaleyi 10 yıl 2 ay 20 günlük süre vererek kazandı. Proje kapsamında üçüncü köprü ile birlikte 35 kilometrelik bağlantı yolu ve OdayeriPaşaköy arası 60 kilometre uzunluğunda otoyol inşa edilecek. Basında yer alan haberlere göre yatırımın yaklaşık maliyetinin 2,5 milyar ABD doları olması bekleniyor.
      Bir köşe yazısında ihalenin sonucu şu şekilde yorumlandı: “ortaklar köprüyü yaklaşık 7 yıl işleterek hem maliyeti çıkaracaklar, hem de para kazanacaklar. Bunun için her gün köprünün ve otoyolun yaklaşık 1 milyon dolar getirisinin olması gerekir. Ne denebilir? Allah yardım etsin!”
      Yazar haksız sayılmaz. Ancak, bilinmesi gerekir ki başka bir yardıma ihtiyaç kalmaksızın, devletimiz projeye yardım elini baştan beri uzatmış durumdadır.

Doğal kaynakların tamamen özelleştirilmesi rasyonel midir?

      Bu yazıyı Habertürk gazetesinde yayımlanan bir köşe yazısı üzerine yazmaya karar verdim. Köşe yazısının özünde doğal kaynakların tamamen özelleştirilmesi, bunun için de Anayasa’nın “tabiî servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır, bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir” (m. 168) hükmünün kaldırılması önerilmektedir.
      Yazıda öneriye karşı çıkanlar “kafasını kuma sokanlar” ve “sosyalist mantıklılar” olarak nitelendirilmektedir.
      Yazarın bu konudaki daha önceki yazısından haberim yoktu. Dolayısıyla yazının doğrudan muhatabı ben değilim.  Ancak, konunun sadece iktisadını tartışmak adına topa yine de girmek farz oldu. Hayaldi gerçek oldu; iktisadı piyasa ekonomisi kanalından okumaya/anlamaya çalışan bir araştırmacı olarak kaderimde özelleştirme önermelerinin doğal kaynaklara kadar geleceğini görmek ve bu önermelere karşı çıkmak da varmış.
      Yazıdaki hatalı ve eksik olduğuna inandığım değerlendirmelere gelmeden önce tarihin tozlu raflarında yerini alan bir gelişmeyi  paylaşmak istiyorum. Nobel ödüllü iktisatçı Milton Friedman eski doğu bloku ülkelerinin ekonomilerinin hızla büyümesi için başlarda üç kelimelik bir reçete önermişti: “özelleştir, özelleştir, özelleştir”. Frieadman yıllar sonra bu ülkelerdeki özelleştirme yağmalamalarını görünce, hatasından dönerek özelleştirmelerin anlamsız, esas olanın hukukun üstünlüğü ve iyi yönetişim olduğunu söyledi. Friedman olgun insandır, ne de olsa Nobel sorumluluğu taşıyor.
      Neyse biz konumuza dönelim, yazıda yer alan açıklamalara bakalım.

Türkiye'de Kamu İstihdamının Cesameti

Türkiye'nin gündeminde yoğun biçimde yer alan memur maaş zamları nedeniyle kamu istihdamının cesameti  yeniden gündeme getirildi.

Bu topraklarda kamuda aşırı personel istihdam edildiği yönünde bir "şehir efsanesi" vardır. Bu sabah CNN Türk televizyonunda yayımlanan Parametre programında da bu efsane tekrar edildi. İstatistikler orta yerdeyken yorumlarını bu şehir efsanesine dayandıran konuşmacılardan birisi maalesef iktisatçı (Emre Alkin) diğeri de gazeteci (Bilal Çetin). İki meslek grubunda olması gereken en önemli ortak özellik "araştırmacılık". Konuşmacılar şehir efsenelerini tekrar etmek yerine, mesleklerinin gerektirdiği gibi biraz araştırma yapsalardı bu sabah memur maaş zammı ve kamu istihdamı konusunda yaptıkları yorumların tamamını çöpe atarlardı.

Neyse, onların yap-a-madığı araştırmayı ben yaptım. Çeşitli ülkelerdeki kamu istihdamına ilişkin verileri derledim.

Devlet kapitalizmine doğru mu evriliyoruz?

Devlet kapitalizmi terimini önce Economist dergisinin özel bir raporunda görmüştüm. Daha sonra, Nisan ayında devletin piyasa oyuncusu mu yoksa güç tellalı mı olduğunu irdeleyen uluslararası bir konferansa konuşmacı olarak davet edildim. Şu anda da Roubini'nin  "parlak ve vazgeçilmez" olarak nitelendirdiği Ian Bremmer'in “serbest piyasanın sonu” isimli kitabını okuyorum.

Son otuz yıldır, önce gelişen ülkelerde başlayan ve daha sonra gelişmekte olan ülkelere yayılan özelleştirme ve serbestleştirme uygulamaları neticesinde devletin ekonominin işleyişi üzerindeki etkisinin azalacağı beklenmekteydi. Oysa başta BRIC ülkeleri olmak üzere birçok Kuzey Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkesinde devletler kamu sermayeli şirketler üzerinden ekonominin işleyişine yoğun biçimde müdahale etmektedir. 2008 küresel krizinden sonra zorda kalan şirketlere yapılan sermaye destekleri ile Avrupa ve ABD’de de bu tür bir devlet kapitalizmi gündeme gelmeye başlamıştır.

Devlet kapitalizminde, devletler büyük-küçük hisselerine sahip oldukları veya devlet yardımı şeklinde kamu kaynağı aktardıkları şirketlerin faaliyetlerine bir biçimde müdahale etmektedir. Bu müdahaleler KİT’lerde olduğu gibi sosyal amaçlı da değildir ve şirket faaliyetlerini siyasi çıkarlar yönünde manipüle etmektedir. Devletler bu tür müdahaleleri sadece çoğunluk hissesine sahip oldukları kamu sermayeli şirketler üzerinde değil, azınlık/altın hisselerine sahip oldukları, -bazı- yöneticilerini atadıkları veya devlet yardımı sağlayarak denetleyebildikleri şirketler üzerinde de yapabilmektedir.

Daha öncesi de bulunmakla beraber, 1996 yılında uygulamaya konulan Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’ndan beri resmi metinlerde Devletin asli görevlerini tam olarak yapabilmesi için, özelleştirme yoluyla üretim alanından çekilmesi hızlandırılarak küçülmesinin sağlanacağı ve rekabetçi piyasa koşullarının hâkim olmasının sağlanacağı ifade edilmektedir.

Sunuşumu hazırlarken merak ettim ve Türkiye’de devletin son 30 yılda küçülüp küçülmediğini araştırdım. Devletin cesametini ölçmek için de kamu harcamalarının gelişimine baktım (grafiği büyütmek için üzerini tıklayınız).

LIBOR’da rekabet ihlali ve manipülasyon

Açık ismi London Interbank Offered Rate, kamuoyunda bilinen kısaltılmış ismi ise LIBOR.
Libor Londra’da önde gelen onsekiz bankanın interbank piyasasında kendi aralarında borç verirken istedikleri faiz oranlarının ortalamasıdır. British Bankers Association (BBA) 1984 yılında Londra’da yerleşik bankaların birbirleri arasındaki faiz swapları üzerindeki faiz oranlarını standart hale getirmeye çalıştı. 1986 yılında birçok menkul kıymetin ticaretinde faiz oranlarını standardize etmek amacıyla Libor’u yürürlüğe koydu. Bugün Libor’un temel işlevi Londra’da yerleşik bankaların aralarındaki teminatsız kredilere referans faiz oranı sağlamaktadır. Bunun yanısıra dünya genelinde pek çok menkul kıymet sözleşmesinin ticaretinde de referans olarak kullanılmaktadır. Libor oranları ile ilişkili finansal sözleşmelerin oranı 360 trilyon ABD doları civarındadır. Bu rakam küresel GSMH’nın yaklaşık 5 katıdır.

Teorik olarak tek bir banka Libor oranını etkileyememektedir. Libor paneline katılan bankalar bireysel tahminlerini, iş dünyası ile ilgili düzenli bilgiler yayımlayan Thomson Reuters’e bildirmektedir. Bankalara her gün saat 11:00 den önce makul bir işlem hacmi büyüklüğünde interbank piyasasında borç verme faizinin ne oranda olması gerektiği sorulmaktadır. Thomson Reuters teklifleri sıralamakta ve en düşük ve yüksek % 25’ini dışarıda bırakmaktadır. Kalan tahminlerin ortalamasını ise BBA adına Libor oranı olarak yayımlamaktadır.

2008 küresel krizi sürecinde bütün finansal veriler günden güne bozulurken, Libor oranlarının düşük kalması bazı gazetecileri ve akademisyenleri harekete geçirdi. 29 Mart 2008 tarihinde Wall Street Journal gazetesinde yayımlanan bir makalede finansal piyasalardaki genel eğilimin aksine Libor oranlarının çok düşük olduğu ileri sürüldü. Araştırmacılar Rosa Abrantes-Metz, Michael Kraten, Albert Metz ve Gim Seow gazetedeki haber çerçevesinde Libor’daki gelişmeleri iktisadi açıdan analiz etti ve akademik bir makale yayımladı. Makalede açık bir manipülasyon olduğunu iddia etmek mümkün olmasa da bankaların borç verme faizleri konusundaki tahminlerinde bir takım anormallikler bulunduğu tespit edildi.